Lale Lokantası

Akhisar Üniversitesi

lale

01-01-1970 00:00 Kategori: Güncel

Bir Müddet Zeytin Yiyeceğiz Sonra...

Bir Müddet Zeytin Yiyeceğiz Sonra...
  • Facebook Paylaş
  • Yorum Yaz

""

Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini
söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?"dedi.
"Evet, Nazif Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla
"Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu." dedi.
Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine.
"Ya, öyle mi...?" diyebildi sadece. Hicranlı bir suskunlukla bir
müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından
süzülüp göğsüne damladı. Kendisini Toparlayıp "Onun adına görüşebileceğim
bir yakını var mı acaba?" diye sordu.
"Evet var, oğlu Selim Bey....".
Titrek bir sesle "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?"
dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, "Selim
Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün
olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim.
" Dedi ve telefona yöneldi.. Sonra "Kim diyelim efendim?" diye
sordu.
"Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine
sekreter
dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebbessim bir çehreyle,
"Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin."
dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir
salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak,
'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur
ve mütebbessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,
"Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi.
"Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun." dedi,
genç iş adamı.
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:
"Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip
okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve
dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama o büyük insanın elini öpmek nasip
değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam." Yaşarmış gözlerini
kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat en azından o büyük insanın
mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım." Misafirin bu sözleri üzerine
Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her
biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine: "Mehmet Baydemir
demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?" Profesör, delikanlının
bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla "Evet" dedi. Bunun
üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı.

"Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi.
Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve
"Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi.
Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı
"Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi. Selim Bey
gülen gözlerle profesöre bakarak
"Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince, profesörün
şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.
"Emanet mi?" dedi. Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu
çevirdi. Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı.
Mehmet Bey, Şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi
giyimli bir bey girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra
kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği
kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete
başladı. Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini
birbirlerine Hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki
sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki
tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen
memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini
göstererek,
"Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi. "Bana yalnızca
maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında
tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu.
'Sana bunun için burs vermedim.' Diyerek bana istikamet verdi. Ona her
namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki
fotoğrafına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ
veremediği diğer tabloya kaydı. Son derece şık bir çerçevenin içinde,
bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap
duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de
sıralandığını fark etti:
"Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..."
Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi;
fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir
daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:
"Bir müddet sabredeceğiz, sonra..." İyice meraklanmıştı. Bu ilk
görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat
bu uygun düşmez, düşüncesiyle Yalnızca sohbet arasında göz ucuyla
merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir
merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle
birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda
dayanamayıp, "Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ
veremedim." Dedi. Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı,
derin bir nefes alarak
"Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız
vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye
hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık
annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin
koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin...
Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru
karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor.
Annemin ağlayışına mukabil babam:
'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü
bakışlarını üzerimizde gezdirdi, 'Alışacağız.'dedi. Ve iştahla bir
zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü
de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık.
Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde
hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' Diye haykırdı. Bunun üzerine
babam:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi. Gittiğim özel
okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula
servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula
beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti
bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi
düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark
edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana
ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat
vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam
oldukça sakin bir şekilde:
'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi. Babam her sabah
erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük
odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan
gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip
babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de
bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:
'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.' Babamın dediği
gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir
gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz
ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız
günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.
'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri
boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek
zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı
ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu.
Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz
şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni
çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya
çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü,
kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. Hepimiz şok
olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini
topladı ve
'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme
niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün
kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların
hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.'
demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık
kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde
ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski
çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak
sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün
kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor". Selim Beyin bakışları
bilinmez âlemlere dalarken o,nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp
duvardaki siyah-beyaz fotoğrafa hayran hayran baktı. "Babanız sandığımdan
da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra
anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım." Selim Beye döndü
ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine has tebessümü
ile: "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..."dedi ve gülümsedi. O sırada kapı
çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir Kutuyla içeriye girdi. Kutuyu
Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu
alarak Mehmet Beye uzattı. 'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz
emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı.
İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında
merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir
not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya
başladı.

Sevgili Mehmet Bey oğlum,

Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu...
Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak
eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir
müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size
ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir
borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla
ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu
verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım. Her neyse, bursunuzu
tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar
elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.


Bu haber 2334 defa okunmuştur.
HABERE YORUM YAZIN



FACEBOOK YORUM


DİĞER Güncel HABERLERİ

akm

gazete manşetleri
ANKETİMİZE KATILIN

iyi mi

NAMAZ VAKİTLERİ
PUAN DURUMU

E-BÜLTEN ABONELİĞİ